Ege Akdeniz Yolu

Şüphesiz ki Antalya dünyanın en güzel şehridir

Belki de Akyaka öyledir ? Peki ya Bodrum nasıldır? Bu yazıyı yaklaşık bir haftalık Ege Akdeniz gezimiz hakkında yazmak istiyorum. Geziye bir Alman arkadaşım ve bir Elektrik Mühendisi arkadaşım ile beraber çıktık. Evet, diğer arkadaşımın öne çıkardığım özelliği Elektrik mühendisi olması. Bunun tek sebebi memleketdaş olmamız, zira bir Alman ve bir Türkiyeli arkadaşımla yola çıktık desem ben de Türkiyeli olduğumdan yetersiz bir tasvir olabilirdi. Evet arkadaşım Elektrik mühendisi, ve bizi elektriksiz arabasıyla (en azından ileri gitmek için elektrik kullanmıyordu, yoksa gayet radyosu falan çalışıyordu) aldı götürdü İzmir’den, Akdeniz’e doğru yola çıktık.

Yol boyunca hakim dil İngilizce oldu. Bu yazıyı arkadaşım okuyamayacak. İngilizce yazabilirdim elbette, hem bir hafta boyunca İngilizce konuşmak da iyi gelmişti…Olsun, o da fotoğraflara baksın.

Ben bu geziden önce Bozyazı’da dağlardaydım. İzmir’de buluşmak üzere Adana’dan kalkan bir uçağa bilet aldım. Yol uzun ve zor ve pahalı olabilirdi, birileri bana yardım etmeseydi. Yol asayişinin korucularından bir Abiye rastladım, ve bana bir muz kamyonunda yer ayarladı. Muz kamyonunun arkasında Adana’ya vardım, birkaç saatliğine Adanalıların arasında yaşadım. Ayıkıyon mu dayı? Çayımı içip kalktım.

Akşam İzmir’deydik. İzmir güzeldi. İzmir uzun hasretlerin bittiği yerdi. Ben tekrar İzmir’i gördüm. Akşam üstü kızıllığında usulca titreyen bir ateş gibiydi. Sakindi. Biz birbirimize kavuştuk. En son birbirimizi Şubat’ta Uludağ’da görmüştük. Aylar olmuş, şimdi aylardan Ağustos. Arabaya bindik, sohbetimiz eskisi gibi, cıvıl cıvıl gittik, yıldızların altında, kumların üzerinde kamp kurduk. Allemagne dışarıda yattı.

İkinci gün Alaçatı’daydık. Ben kite yaptım. Kite’a kavuştum. Bir yıl olmuş. Rüzgar üstü gidemem zannediyordum. Girdiğimiz yer koy gibiydi, sağ ve solda taşlıklar varmış, rüzgar üstü çıkıp onları aşmak, sonra kaymak gerekiyormuş. Biz saat 9’da oraya gittiğimizde, ve ben suya girdiğimde, etraf bomboştu. Alıştım. Aştım taşları hızlandım. Hız güzel geldi, sular güzel geldi. İçim içime sığmadı, ciğerlerimi boşalttım çığlık attım. Bir sene geçmiş…

Akşamına Bodrum’a gittik. Yolda tatlı yedi bizimki.

Bodrum’da konaklamamız biraz zor oldu. Yer bulamadık, bir akrabaya danıştık. Kuzenimin müdahalesiyle kötü sondan kurtulduk. Akvaryum koyuna yollandık.

Yerimiz güzeldi. Yerlisi olmasan Bodrum’da öyle bir yer bulamazsın. Şehre yakın bir o kadar da yaban bir yerdi. Koylar silsilesindeki küçük iki çadırlık bir koydaydık. Uyanınca ayaklarımıza deniz vuruyordu ve arkamız ağaçlıktı. Suya girilen yer çok taşlıktı, zaten sağımız solumuz duvar gibi yükselen kayalarla kapanmıştı, koylar bu kayaların arasındaki açıklıklarda oluşmuştu. Ağaçların arasındaki yere üç kişilik iki çadırımızı kurduk, rüzgarın salladığı ağaçların kucağında yıldızlı geceye daldık.

Sabah uyandım, saat 7 civarlarındaydı, sahile bir bot yanaşmıştı sesine uyandım. Kır saçlı bir kadın ve bir adam. Taş sahil olduğundan yanaşacak bir yer yoktu, açıkta denize girip gittiler. Ben de taşların arasında oturmaya uygun bir tanesini buldum. Kayanın dibindeydi oturduğum yer, bana güven veriyordu. Martılar deniz ve taşlar arasında Şebnem Ferah dinlemek lazım geldi, Bozyazı dağlarından beri aklımda vardı onu dinlemek. Can Kırıkları şarkısı sanki böyle kayalıklar için yazılmış, daha doğrusu Şebnem’in sesi buralarda ayrı bir tınlıyor. Şarkının sert ve keskin ezgileri rüzgarın ve dalganın kayalara vuruşu gibi çıktı. Sesindeki irade ve kararlılık, kayanın asırlık bilgeliğiyle birlikte tekrar doğdu. Çok şey görmüş geçirmiş birisinin direnişine, başkaldırısına dönüştü.

Published by giiray

Writing for G&C Bards, a project that collects and connects stories and those who tell them.

Leave a comment