Çalgıcılar Sokak’a çıktığımda önümde dizilmiş sıra sıra masalar vardı. Masalarda çok güzel suratlar oturuyordu. Hava karanlıktı ve sokak, sarı lambalarla aydınlatılmıştı. Onlarca kişinin aynı anda konuşmasından doğan yüksek ses, bir anda yüzüme çarptı. Afalladım. Işık, ses, bir anda duyularımı aşırı yükledi. Güneşe gözlerimi alıştırır gibi etrafıma bakındım. Bir masadan “Orada sinema mı varmış?” dendiğini işittim.
Evet, orada sinema vardı. Yürümeye başladım. Sesin geldiği yöne baktım göz ucuyla. Sohbete kilitlenmiş bir sürü güzel yüz gördüm. Şaşkınlığımın güzel kadın yüzlerini bana çevirtmesi beni mutlu etti. Ama kafa kaldırtıp baktıracak kadar dikkat çektiğime göre, o anda nerede olduğumu anlayamıyor hatta hayal bile edemiyor gibi görünmüş olsam gerek. Yeni doğmuş gibi.
Peki ben ne izlemiştim? Bir mantık oyunu. Oyunu aktörlerle beraber adım adım oynuyorsunuz. Bir kerhane var. Oraya, kerhanelerin kapatılması için çalışan bir sivil toplum kuruluşundan, kuruluşun başkanı olan bir kadın, aldığı bir mektup üzerine gidiyor. Mektubu bir hayat kadını yazmış. Kadın mektupta kendi hayatından bahsediyor: kendi anasının da bir hayat kadını olduğunu, kendisinin de bu yola düştüğünü anlatıyor. Fuhuş dışında bir yol bilmediğini yazıyor. STK tarafından bastırılan kerhane ve fuhuş karşıtı bültenleri görünce çok gülmüş. Bültenlerde şöyle yazıyormuş: “Bu işletmeler onurlu kadınları kötü yola sürüklüyor”. Mektubu yazan kadın başka bir yol bilmediğini, görmenin nasip olmadığını yazıyor ve bunun üzerine başkan kadını çalıştığı randevu evine çağırıyor. Gelin, eğer bu hayattan kurtulmanın bir yolu vardıysa, nedir anlatın, diyor.
Başkan mektubun yazarını isteyince, kerhanede aynı ada sahip kimse bulunamıyor. Başkan tam kalkıp gidecekken, kerhanedekiler, mektubu yazan kişinin hayatını canlandıracakları bir mizansen ortaya koymayı teklif ediyorlar. Ne de olsa onun başından geçenleri en iyi onlar bilirler. Bir çoğunun anası yokmuş ya da anaları da hayat kadınıymış. Bildikleri tek yol buymuş.
Oyunu kerhanedeki işlere bakan lubunya Selahattin yönetecek, yalnız başkana iyi görünmek için normalde yaptığı makyajı silmiş ve taktığı küpeleri çıkarmış. Geleneksel, başkanın hoşuna gidecek bir erkek izlenimi verecek. Başkan kadın da oyunu izledikçe, mektubu yazan kadının orospu olmaktan kurtulmak için ne yapması gerektiğini söyleyecek. Böylece bu hayattan kurtulmanın yolu, onun söylediği direktiflere göre bulunacak. Selahattin onun söylediklerine göre oyunu değiştirecek ve yeni sahneler kurgulanacak. Yeni sahnede de kurtuluşu bulamadıysa, yeni durumda ne yapması gerektiğini başkan tekrar söyleyecek ve adım adım kurtuluş’a ulaşacağız.
Yeni sahne kurgulandıktan sonra olanlar sanki doğal akışında gerçekleşen şeyler. Yani sahne kurgulandıktan sonra kimse olayların gidişatına karışmıyor. Olaylar takip edilen bir metin yokmuşçasına spontane gerçekleşiyor fakat oyunu oynayanlar bir tiyatro yaptıklarının farkında. Arada sırada oyunu kesip onları seyreden başkana ve Selahattin’e bir şeyler söylüyorlar. Bazen Selahattin karakter olarak katılıyor oyuna. Bazen oyundaki hayali kerhaneye gelen müşteriler başkan kadını da orospu zannedip ona da yöneliyorlar. Oyun başladığı anda sanki gerçek ve oyun arasındaki çizgi bulanıklaşmaya başlıyor.
Hikayenin en sonunda, mizansenin ana karakteri yani mektubu yazan kişiyi canlandıran kadın, hayali kerhaneden kurtulup kendi kerhanesinin patronu oluyor. Böylece kendisini orospuluktan kurtarmış oluyor. Kurtuluşa ulaşmış olsa da para kazanmaya devam etmek için başka bir sürü kızı orospu yapması gerekiyor.
Oyun bittiğinde mizanseni oynayan bütün aktörler; kerhanede çalışan orospular, kerhanenin etrafındaki dükkanların esnafı, kerhanenin sahibi patroniçe, kerhaneyi yöneten lubunya Selahattin, hep beraber bir şarkı söylüyorlar patron kadına. İşte gördün neymiş işin aslı mesajını veren hüzünlü bir şarkı. Sonra Selahattin, oyun icabı patroniçe olmuş kadına gidip “Kalk artık kızım oyun bitti” diyor.
Kadın oturduğu sandalyeden kalkıyor, korumalarını çağırıyor ve korumalar herkesi dışarı kovuyor. Herkes çıldırıyor, şaka mı yapıyorsun diyorlar. Bağrış çağrış içinde bütün esnaf, orospular ve hatta patroniçe, korumalar tarafından dışarı atılıyor, kerhane darmadağın ediliyor. Oyundaki ve şimdi gerçeğe dönmüş patroniçe, başkanı yanına alıyor, ve ona, burayı yıktırıp yerine dört katlı otel diktireceğini vaad ediyor.
Şimdi sahne: korumalar herkesi dışarı atmış, her yer sessizleşmiş. Artık odada sadece yeni patroniçe ve başkan var. Sessizce ayakta duruyorlar odanın ortasında. Patroniçe etrafına bakınıyor. “Orkestra da gitmiş. Bu oyun da burada bitsin, biz de gidelim” diyip, başkan kadının koluna girip, yavaşça büyük çift kanatlı kapıyı iterek sahneyi terk ediyor.
Sessizlik. Selahattin odada yalnız. Merdivenlerden çıkıyor. Eski odasına giriyor. Aynada gördüğü yansımasına donuk gözlerle bir kez daha bakıyor. Makyajını yapıyor. Küpesini takıyor. Kürkünü giyiyor ve kapıyı açıp dışarı çıkıyor. Yıkık dökük merdivenlerden aşağıya, avluya iniyor. Darmadağın edilmiş dükkanların arasından yürüyüp sahneyi terk ediyor.
Jenerik aktı ve bitti. Bacak bacak üzerine attığım bacağımı kaldırmadan çantamı giydim, bacaklarımı ayırdım, yerdeki torbamı aldım ve ayağa kalktım. Salona girdiğim kapıya baktığımda o taraf karanlıktı. Belli ki başka yerden çıkmamı istiyorlar. Sol aşağıdaki kapının dışından sarı bir ışık geliyor. Yaka kartlı bir kadın kapının önünde bekliyor. Oraya doğru yürüdüm. İyi akşamlar. Önümde bir kapı var ve ötesinde masalar gözüküyor. Solumda sarı ışıkla aydınlatılmış bir koridor uzanıyor. Koridorun sonunda giriş lobisi var. Giriş lobisine dönmemem gerektiğini biliyorum çünkü oradan geldim. Duvardaki tabelada

yazıyor. Çalgıcılar Sokak çıkışından çıkıyorum.
Ses ve ışık. Suratlar. Rüya mı? Ben rüya mıyım?
Herkes bana afallamış halde bakarken, enkazın arasında tek başına yürüyen Selahattin gibi hissettim. Kurgu şaştı. Kendi kurgumu şaşırdım. “Brechtiyen” Asiye dördüncü duvarı kırıp çıkmıştı. Evsiz yurtsuz kalan Lubunya, tek başına kalakaldı. Ağlamaklı oldu belki de ama gözünden yaş gelmedi. Kurgusunu kaybeden karakter, gerçekliğinin enkazında tek başına kaldı. Yürüyerek, bir enkaza dönmüş gerçekliğini arkasında bırakarak, sahneyi terk etti. Yokluğa doğru mu yürüdü? Kamerayı tutanların yanında mı beliriverdi bir anda? Beliremezdi. Ona şimdi ne olacaktı? Yok mu oldu?
Ben de yok mu olacaktım?
Dericiler sokak’tan Taksim’e çıktım. Çevremde binlerce yüz ve ışık vardı. Korkuyor muydum? Perde yırtıldı diye çok korkmuştum. Bir anda şerit kopacak diye ödüm koptu. Sanki ışık patlayacak ve bütün filmi yakacaktı. Gerçeklik over-satüre olacaktı. Korkuya tutunmaya çalıştım bir anlığına belki. Kendiliğinden duruldu. Suratlar beni dünyaya geri çekti. İnanamıyordum hala bu suratlara. Kimlerindi bu suratlar? Aidiyet mi önemliydi bu suratlarla ilgili?, belki de hiç değil. Suratların sahiplerinin olması, onların ya da sahiplerinin gerçekliği adına bir kanıt teşkil etmiyor olabilir.
Sinemadayken, her Taksim gecesi eve tek başıma yürürsem aldığım Beyoğlu Çikolatası’nı canım çok çekmişti. Almak istemiştim. Hala çikolatayı alacak mıydım? Bunca şeyden sonra?
Belki alırdım…
Başka ne yapabilirdim ki?