Son gezimizdeki bahsetmek istediğim günlerden birisi de trenle Almatı’dan Astana’ya yolculuk ettiğimiz gündü.

Bu yolculuğun sonrası ve öncesinden zaten haberiniz var. İlk önce Almatı’da kalıyorduk. Hava günlük gülistanlık olmaya başlamıştı, buzlar şapır şapır eriyordu ve biz, 16 saatlik yolculuğun ardından tekrar buz tutmuş, havanın -16’yı gördüğü bir şehre inmiştik.
Yolculuğun kendisi de çok etkileyiciydi, bunun benim için üç sebebi vardı:
- Yolculuk esnasında Kazaklarla bol bol sohbet etme fırsatını yakalamıştık,
- Şehirlerin dışındaki hayatı, kırsalı gördük,
- İstasyonlardaki gece pazarını gördük.




Öncelikle ilk iki resim için Ecem’in hakkını vermem lazım. O cüret etmeseydi bu insanların resimleri çekilmezdi. İlk resim tren bilet kontrolcülerinden bir hanımefendiye ait. Fotoğrafını çekmek isteyince çok hoş bir utanmayla kabul etti ve sanıyorum ki sevindi. İkincisi ise Almatı garında meyve satan kadınlardan biri. Sanıyorum ki onun da epey bi hoşuna gitti, neşesinin karşılığı olarak Ecem’e bedava elmalar verdi.
Son resimdeki hanımefendi ise oda arkadaşımızdı. Benim alt ranzamda yattı. Kazakistan’a da satış yapan büyük bir Türk şirketinde çalışıyormuş. Epey bir konuştuk onunla. Kızını ziyarete Astana’ya gittiğini söyledi.




Şimdi kırsaldan bahsedeyim. Şehir pek çabuk kesiliyor, kırsal hemen başlayıveriyordu. Kesilmeden önce şehrin dış eteklerinde gördüğüm ilginç şeylerden biri, duvarsız bir alanda derme çatma haçlardan oluşan bir Hristiyan mezarlığıydı. Bunlar niye burada toplaşmışlar aklım almadı. Fakirane Ortodoks mezarlığıydı sanki.
Şehir bittikten sonra gerçek bozkır nasıl olurmuş gördüm.
Dala denizi. Bitmek bilmeyen tepecikler… Göz alabildiğine uzanıyorlar ve belki on dakikada bir sadece bir ağaca denk geliyorsunuz. Onun dışında sadece toprak ve ot.
At gezimizle ilgili önceki paylaşımımda çok bahsetmedim ama bu memlekette epey bir yabani at var. Bunlar muhtemelen Mustang denilen türden, yani bir zamanlar ehil olan atların vahşi doğaya salınıp orada yaşamaya başlamış olanları. Onların torunları. Bozkırlarda bunlardan sürüler halinde var. Türkiye’de Antalya’da gördüğüm yabani at sürülerinden sayıca daha fazlalar ve ebatça daha büyükler.




Bunun dışında yolda gördüğüm hayvancılardan bahsedeyim.
Bizde çoban yayan olur, belki bir eşeğe biner, burada çoban bile ata biniyor sanki.
Şans eseri kamerama yakalanan çoban, birkaç ineği güdüyordu. Arkasındaki tepeye de boylu boyunca başka bir hayvan dizilmişti. Bunlar küçükbaş mıydı büyükbaş mıydı anlayamadım. Bir de bir köyün yakınlarında bir atlı, arkasından gelen bir köpekle meçhule doğru yol alıyordu.



Bozkır denizi manzarısını bölen tek şey, tek tük rast geldiğimiz elektrik santralleri ya da askeri üslerdi. Bir üsde sıra sıra havan topları dizilmişti.
Bu tren gezisinden anladığım kadarıyla Kazakistan’ın toprağında gerçekten çok bir şey yetişmiyor. Belki de hiçbir şey. Fakat bol bol hayvancılık var. Demek ki eski hikayeler doğruymuş… Bir de komşu Çinlilere et verip onlardan sebze alarak takas yapan Altay Kazaklarını görürsem tam olacak. Ondan sonra bi tek Kültekin anıtını ziyaret etmek kalıyor: “Çinli prenses kötü, kollıycaksın köt’ü!”
Son konuya geçiyorum, ki ona da başlı başına bir bölüm ayırmak lazım:
Gece Pazarı.

Saat 9-10 sularında trenimiz durdu. Mola saatiydi. Trenden inip gece karanlığına ve eksi bilmemkaç derece havaya giriş yaptığımızda beni hayatımda görmediğim bir manzara karşıladı. Eski tip cazır cazır yanan lambaların ışığıyla aydınlanan bir pazar yeri. Seyyar satıcılar ve tezgahtarlar köylerden gelip burada yolculara yiyecek satıyorlar. Her türden yiyecek var: meyve, tuzlanmış balık, mantılar, hamur işleri ve paket gıdalar, çikolatalar.
Bu manzarayı belki de en etkileyici yapan, kişiler bize çok yabancı gelmiş ve istasyonun üstündeki harfler kiril alfabesiyle yazılmış olsa da konuştuklarında ağızlarından çıkan kelimelerin bizim için tanıdık olmasıydı.
İnsan Asya’nın ortasında, Allah’ın unuttuğu bir köyde, çekik gözlü köylü teyzelerle anlaşabilmeyi beklemiyor. Ama “Balıq? Bağa ne? On yikı? Jaksı.” diyerek sanki amcaoğluymuş gibi alışverişini tamamlayabilince, büsbütün heyecana kapılıyor.




Biz biraz mantı aldık. “Mantı, mantı!” diye seslenen kadına “Hani mantı?” diye sorunca metal bir kapak kalktı ve altından suyun içinde yüzen, bizimkilere hiç benzemeyen mantılar çıktı. Yan tezgahtan mandalinalar aldık ve kız arkadaşım her zamanki gibi 3’ü-1-arada Kazak çayından aldı. Plastik poşetin içindeki sulu erişteye benzer mantılarımla beraber trene döndüm.

Son resim olarak Bozkır’daki yalnız ağaçlardan birini koydum. Bu sahne bana müzede gördüğümüz bir kartpostalı hatırlatıyor. Aynı çektiğim fotoğraftakilere benzeyen bir bozkırın ortasında bir adam, yere yataklı bir döşek koymuş, önüne de bir televizyon, bir sehpanın üzerine çıkarak gökyüzünün üzerine bir tablo çakmaya çalışıyor. Hiçliğin ortasında bir hayat kurmak böyle bir şey olsa gerek. Ağaç da bunu anlatıyor. Bir zamanlar Orta Asya’da…