Hasan ile Röportaj: Sınır Dışındaki Türk Kültürü, Bir Dil Bir İnsan, Deprem Sonrası Hayat

Hasan ile Maraş’ın ilçesi Pazarcık’ta, Mart ayı 2023’te tanıştım. Beraber Toplum Gönüllüleri Vakfı (TOG) bünyesinde deprem gönüllüsü olarak Maraş’taki bir kampta kalıyorduk.

Hasan’ın hayat hikayesi üzerine sohbet etmek isteyince, çocukluğundan deprem gönüllülüğüne uzanan yaklaşık 30 dakikalık bir röportaj yaptık.

Arkamızdaki okulu ve AFAD çadırlarını görebilirsiniz. Erzak sığınağı olarak kullanılan, çatlaklarla kaplı fakat hala ayakta duran bir okulun bahçesine kuruluydu gönüllülük ve AFAD kampları. Ben deprem gönüllüsü olarak 10 gün geçirdim. Hasan ile bu 10 günün son 6 gününde beraberdik. Pazarcık’taki kurulu daha büyük deprem erzaklarının bulunduğu depoda çalıştık. Gitmeye yakın günlerden birinde, gitmeden onun hikayesini dinlemek ve dünyayla paylaşmak istedim. İşte onun hikayesi:



Hasan’dan Öğrendiklerim

Hasan’la röportajımdan öğrendiğim bazı noktalara değinmek isterim:

Suriye Türkmenleri – Kültürel bir inceleme

İlk bölüm çoğunlukla Hasan’ın çocukluğu, Türkiye ve Suriye meseleleri ile ilgiliydi. Suriye’deki Türkmenlerin kültürü hakkında çok şey öğrendim.

İlk olarak Suriye’de bu kadar Türkmen olduğunu bilmezdim. Hasan’dan öğrendiğim bir şey, Suriye’de koskoca Türkmen köyleri olduğu. Bu köylerde insanlar kendi aralarında Türkçe konuşuyorlarmış. Her ne kadar Arapça konuşulsa da başkalarıyla, bu köylerin özelinde, ülkenin (Suriye’nin) geri kalanından başka bir dil konuşuluyormuş.

Bu benim için ilginç, şaşırtıcı. Benim ülkemde Türkçe anadil. Burada herkes Türkçe konuşuyor. Türkiye Türkçesi’nin azınlık olduğu bir ülke hayal etmek çok zor.

Ve asıl ilginç olan, küçük öbekler halinde mikro-kültür paketlerinin oluşup hayatta kalabilmeleri… Bu tamamen sosyolojik bir tetkik. Sosyolojik olarak bunun gerçekleşebilmesi beni şaşırtıyor.

Bunun sebebi Türkiye’nin çoğunlukla tektipleşmiş bir topluluğunda büyümüş olmam olabilir. Azınlıklar ve aile çapında, mahalle çapında ve şehir çapında kültürel paketler oluşması, mesela Amerika gibi bir ülkede, çok yaygın, fakat orada bile bu durumdan tamamen uzak ve bihaber yetişmek mümkün.

Ayrıca dediğim gibi, Hasan’ın köyünün Türkçesi, Türkiye Türkçesi gibi. Videoda geçmiyor fakat bu konuyu daha sonra konuşmuştuk. Bazı kelimeler dışında Türkiye’ye gelip gayet güzel anlaşabiliyorlarmış. Dedesinin dediği birkaç eski kelime varmış. Mesela bir keresinde savaştan sonra Türkiye’ye geldiklerinde Hasan’a ayakkabı alacaklarmış. Ayakkabı satıcısı Hasan’ın ayak numarasını sormuş. Dedesi de “kıçının numarası kaç” demiş, meğersem ayak yerine kıç diyorlarmış orada.

Yani Türkiye Türkçesi’nin anlaşılabilir olduğu fakat Türkiye’den bağımsız bir toplum.

Suriye’de Türk Destanları

Bu durum halk hikayeleri ve halk müziği için de geçerli. 12inci konu “Suriye’de Hayatta Kalan Türk Adetleri” kısmında Hasan, evde Aşık Veysel türküleri dinlendiğini, Köroğlu, Dede Korkut hikayelerini anlatıldığını söylüyor.

Bu benim için çok şaşırtıcı, dönüp dolaşıp bu noktaya geliyorum ama gerçekten öyle. Ben şahsen hiçbir aile ferdimden halk hikayesi dinlemedim. Buna Dede Korkut hikayeleri de dahil, Köroğlu destanı da dahil, düpedüz halk hikayeleri de dahil.

İki dedemden de çok hikaye dinledim, ama bu hikayelerin hiçbiri halk hikayesi değildi. Hep kendi hayat hikayeleriydi. Çocukken anne babamdan da hikayeler dinledim, bunlar hep güzel hikayelerdi, ama hatırlamıyorum, sanmıyorum hiçbirinin özellikle ‘halk hikayesi’ olduğunu.

Fakat lise yıllarımdan beri folklör’e ilgi duymaya başladım. Bunun sonucu Dede Korkut’tan başlayıp, Pertev Naili Boratav‘ın halk hikayelerinden çıktım… Hatta Pertev Naili Boratav’ın topladığı hikayeleri çok sevip babanneme almıştım. Babannem hikayeleri okuyup bana geri döndüğünde, “Bunları nereden buldun? Bunlar benim kendi babannemden dinlediğim hikayeler” demişti. Yani hikayeleri bilmiyor değillerdi. Ama nedense anlatmamışlardı… Ve bu hiçbir yerde karşılaşmadığım, duymadığım hikayelerin her birinin, öyle ya da böyle farklı bir versiyonunu babannem biliyordu demek ki… Yani bu hikayeler eskiden yaygınken, hatta hikaye anlatıcılığı yaygınken, şimdi ortalıkta yoktu.

Pertev Naili Boratav‘ın Türk Halk Hikayeleri topladığı eseri, “Az Gittik Uz Gittik”.

Benim ailem hikayelerle, anlatıyla ilgilidir. Ona rağmen ben kimseden Dede Korkut’u dinlemedim. Hasan’ın kendi dedesinden, halk ağzıyla Dede Korkut dinlemesine çok imrendim.

Çocuğa halk hikayesi okumak çok büyük bir şeydir. Ben kendim hikaye anlatıcısı olmayı denedim de oradan biliyorum. Lisede Yaşar Kemal’in “Üç Anadolu Efsanesi” kitabındaki versiyonuyla Köroğlu’nu ezberlemeye çalışmıştım, ondan da biliyorum ne kadar zor olduğunu, koskoca Köroğlu Destanı’nı öğrenip anlatabilmenin. Hatta Amerika’daki yurdundan erken yaşta kopmuş Kuzey Afgan ev arkadaşıma ezberden hikayeyi anlatmaya çalışmıştım da, Köroğlu’nun babasının gözlerinin dağlandığı kısımda arkadaşım yorulup dinlemeyi bırakmıştı. Belki de bir yarım saattir anlatıyordum…

Dediğim gibi, çocuklara halk hikayeleri okumak bence yüce bir harekettir. Çocuklarını etrafına toplayıp uzun soluklu bir hikayeyi, bütün hissiyatını vererek aktarabilmek ustalık gerektirir.

Asıl ilgi çekici olan, ben deyim yerindeyse yurdun bağrında büyürken bu hikayelerle asıl hallerinde, yani söz mirası olarak karşılaşmamışken, yurdun dışında büyüyen Hasan’ın bunları en güzel hallerinde, ağızdan ağıza aktarılan söz mirası olarak dinlemiş olması…

Demek ki kültür, ülke sınırları bitti mi kesilmiyor. Sınırları aşıp hiç beklemeyeceğiniz yerlerde hayatını sürdürebiliyor.


Çok fazla Türk kültüründen bahsettik. Röportarda ayrıca değindiğimiz ve ilgi çekebilecek bir konu, Hasan’ın Arapça biliyor olmasının onun hayatına etkisi.

Bir Dil Bir İnsan, ve Hilal Ahmer

Evet, Hasan Arapça biliyor, çünkü Suriye’de okula gitmiş. Aslında değinmek istediğim bir konu da bu: Suriye’de hayat.

Suriye’de savaştan önce bir hayat varmış. Bir devlet varmış ve aynı şuan içinde bulunduğumuz devlet gibi bu devletin de okulları varmış. Devletin bir düzeni varmış. Hasan da bu Suriye devletinin okullarına gitmiş, ve bu sebeple Arapça öğrenmiş. Her ne kadar ailesi ve köyü tamamiyle Türkçe konuşuyor olsa da, içinde bulunduğu devlet ona kendi dilini, Arapça’yı öğretmiş ve kendi düzenine katmış. Ta ki, o düzen yok olana dek…

Ama hikaye burada bitmiyor, Hasan’ın Arapça biliyor oluşu yıllar sonra bile onun hayatına bir şeyler katıyor. Ne demişler, bir dil, bir insan. Hasan çok insan kazanmış deprem sırasında, bu dili bildiği için.

Gönüllüler olarak kamplara erzak dağıtmaya ve yardım etmeye gidiliyordu. Ve Hasan bu erzak dağıtım görevlerine gittiğinde, AFAD kamplarında Türkçe bilmeyen ve sadece Arapça bilen birçok depremzedeyle karşılaşmış. Çocuklar sonunda Arapça konuşabilen birisi gelip onlarla ilgilendiği için çok mutlu olmuşlar. Hasan onlarla oyun oynamış, mutlu etmiş. Ailelerin ise dertlerine derman olmuş. Hiç Türkçe bilmeyen ailelerin bazıları, dertlerini anlatamadıkları için ihtiyaçları olan doğru erzakları alamıyorlarmış. Hasan onların tercümanı olunca bunca zamandır ihtiyaçları olan şeyleri alabilmişler.

Hasan’ı çocuklar o kadar çok sevmişler ki, ona istemeden lakap takmışlar. Çocuklar kim olduğunu sorunca Hasan onlara Kızılay’ın Arapçası olan “Hilal Ahmer” demiş. Çocuklar da depremzede kampında koşup diğer arkadaşlarına “Birisi geldi, Arapça biliyor bize oyun oynatıyor, adı da Hilal Ahmer” demişler, Hasan’ın lakabı da Hilal Ahmer olarak kalmış…

İlginç ki Kızılay’ın Osmanlı zamanında kurulduğunda ilk adı gerçekten “Hilal-i Ahmer” imiş, şimdi araştırınca gördüm. Osmanlı “Hilal Ahmer” adını ilk kullanmış devlet olabilir. “Salib-i Ahmer” (Kızılhaç), İsviçre’de 1864 yılında kurulduktan yaklaşık 10 yıl sonra 1877’de kurulmuş Hilal-i Ahmer. Osmanlı’nın belirli atılımlar yapmaya çalışıp, mevcut konseptler için Arapça kelime türetmesiyle bir sürü böyle kelime türetildiğini biliyorum. Mesela Cumhuriyet… Şimdi Arapça konuşan dünyanın birçok ülkesinde kullanılan bir kelime olsa da, ilk başta Tanzimat zamanı Osmanlı devlet adamları tarafından türetilmiş. Yani, eğer kelimeyi türetmek maharet olmasa bile (yani kendi dilleri olan Araplar bunu rahatça türetebilecek olsalar bile) bu kelimenin İsviçre, Hollanda gibi ülkelerin yönetim şekli olan republic kelimesinin karşılığı olarak kullanılması ilk Osmanlı’ya mahsustur…

Ayrıca Kızılay, Hilal-i Ahmer Mecmuaları adı altında, 1921-1928 yılları arasında çıkan 10 ciltlik yayını sanal ortama yüklemiş ve ulaşılabilir kılmış. Epey ilginç şeyler yazıyor… Kimin kaç kuruş bağışladığından, dönemin Kurtuluş Savaşı olaylarına kadar. Bir başka yazının konusu diyelim, şimdilik geçelim.


Son olarak da, biraz deprem psikolojisi, ve gelecek…

Deprem Sonrası Hayat, İz Kalır Hayat Devam Eder

Deprem psikolojisi hepimize zor gelmişti. Benim hiçbir yakın tanıdığım depremde hasar görmedi, ama arkadaşlarımın gördü, ve bazı kuzenlerim depremi sağ atlatıp evlerini olduğu gibi bırakıp memleketimize döndü. Ben şahsen hasar görmedim, travma atlatmadım. Bununla beraber depremin olduğu günden, Kadıköy’de belediyenin erzak gönderme işlerinde yardımcı olduğum güne kadar, TOG gönüllülüğüne başvurup Maraş’a gitme sürecine kadar benim için de zor bir dönemdi. Tabii ki özellikle Maraş’taki hayat. Videoda görebileceğiniz arkadaki okul bile çatlak doluydu. Yıkık ve boş şehir iki adım ötemizdeydi, ama güvenlik önlemi olarak oraya gitmemiz yasaklanmıştı. Yıkımın ve acının eşiğinde olup, o acıdan olabildiğince izoleydik. Depremzedeler de, en azından benim tanıştıklarım, yaşadıkları acının bize tesir etmesini istemediler.

Fakat Hasan’ın yaşadığı ayrı bir durumdu. Hasan ilk günden sahaya yardıma çıkıp, bizzat arama kurtarmalarda görev aldı. Çok kötü koşullarda yatıp kalkmak zorunda kaldı ve can kaybıyla bizzat yüzleşti. Sonrasında birçok depremzede kampına gitti, gerçekten acının, gizlenemeyecek travmaların dibine düştü ve onları yaşayan insanlarla birebir bağlantı kurdu. Bu sebeple onun yaşadığı psikolojik yükün apayrı bir ağırlığı var.

Tüm bunlara rağmen Hasan ile geleceği konuştuk. Benim dediğim (belki de onun çok da aynı fikirde olmadığı) bir söz var röportajda, “eğer insan acı ve stresle karşılaştıkça bir balon gibi şişiyorsa, birisinin acısını paylaşmak o balonu söndürmek gibidir”. Biz sahada yardım ettikçe, o acıyı yaşayan insanları görüp dertlerine olabildiğince derman olmaya çalıştıkça, aslında bizim de acımız diniyor, onlarınki de… En azından ben böyle düşünüyorum.

Hasan da gelecekte depremde yardım deneyiminden yola çıkarak benzer işler yapmayı planlıyor. Bahsettiğim gibi bir dili daha bilmesi, onca insana daha kapı açıyor. Deprem, savaş gibi olaylar atlatmış insanlara psikolojik danışmanlık yapmak üzere rehabilitasyon merkezlerinde çalışmak veya Kızılay çevirmeni olmak istiyor. Zaten bunu okuyor Hasan, psikolojik danışmanlık.

Son – Bir Hoş Sohbet

Öyleyse bu yazımız da burada bitsin. Benim ilk uzun soluklu, video kayıtlı röportajımdı. Hasan’ın da öyleymiş. Hem Türkiye hakkında, hem kültür hakkında çok değerli şeyler öğrendim ondan. Bu vesileyle başlattığımız sohbet de etrafımızdaki her şeyin ortasında beklenmedik bir güzelliğe kapı açmış oldu. Şimdi düşününce… sanki eski bir kale kuşatmasında, kuşatma kampının ortasında oturmuş sohbet eden iki adam gibiyiz. Etrafımızda onca can kaybı var, ve biz onun ortasında oturmuş kendi dünyamızda zaman geçiriyoruz. Öğrendim ki deprem gibi durumların, ağır ve ölüm kalım içeren durumların ortasındayken, her şey böyle normalleşebiliyor. En zor anımızda bile bir sohbet edip oyun oynayasımız geliyor. Hayat da böyle. Tehlikenin ve belki de yıkımın çok yakında bekliyor olması, şuanı nasıl geçirdiğimizi etkilemiyor. Öyleyse biz iyiye bakalım, umutla birbirimize dost olalım, arkadaş olalım. Sağlıcakla kalın.


Published by giiray

Writing for G&C Bards, a project that collects and connects stories and those who tell them.

2 thoughts on “Hasan ile Röportaj: Sınır Dışındaki Türk Kültürü, Bir Dil Bir İnsan, Deprem Sonrası Hayat

Leave a comment